Mersin Vatan Gazetesi
HV
26 NİSAN Cuma 14:42

Bilkent’te siyaset yapmanın dayanılmaz zorluğu

Bilkent Üniversitesi Sosyal Bilimler ve Atatürkçü Düşünce Topluluğu'nun düzenlediği etkinlikte Kılıçdaroğlu'na yönelttiği soru üzerine eleştirilere maruz kalan Baran Yalçınkaya yaşadıklarını yazdı.

SİYASET
Giriş Tarihi : 22-11-2022 22:41   Güncelleme : 22-11-2022 22:41
Bilkent’te siyaset yapmanın dayanılmaz zorluğu

Baran YALÇINKAYA
Bilkent Üniversitesi öğrencisi

Bilkent Üniversitesi’nde siyasi kaygıları olan öğrenciler olarak Rant Yolu Projesi hepimizin dikkatini çekmişti. Bu projenin hayata geçmemesi için direnişin önemli bir ayağı olan ODTÜ öğrencilerine elimizden geldiğince destek olmaya çalışıyoruz. Rant Yolu artık hafızalarımızda yer etti. Üstüne, Kemal Kılıçdaroğlu’nun iki öğrenci kulübü tarafından Bilkent’e getirileceğini öğrenince arkadaşlarımızla toplandık ve neler yapabileceğimizi konuştuk. Oluşturduğumuz öğrenci hareketinin, toplumsal muhalefetin bir parçası olduğunun farkında olarak, ana muhalefet partisinin genel başkanının dikkatini acil çözüm bekleyen siyasi krizlere çekmemiz gerekiyordu. Bu geniş bağlamda hem bu projeyi gündeme getirmek hem de Türkiye’nin tümünü ilgilendiren ve sistemin göbeğinde oturan emek rejimi, Kürt sorunu gibi problemleri, parti siyasetinin de meselesi haline getirmemiz şarttı. Ana muhalefet partisinde lider ve üyeler arasında kopukluklar olduğu biliniyor. Dolayısıyla partinin eksikliklerin keşfi, politika üretimine pozitif katkı sağlamıyor. Tabii, ana meseleleri öncelememek sadece bununla açıklanamaz, şüphesiz ki burada benimsenen ideoloji ve parti sistemi meselesinin de gözetilmesi gerekir. Göz önünde bulundurduğum bu gerçekler doğrultusunda Amasra katliamına atıfla Türkiye’de oluşan emek rejimine ve önümüzde koskocaman duran Kürt sorununa dair sorularımı sorarak parti siyasetini bu alanlara çekmem gerektiğini hissettim. Biliyordum ki gelecek soruların çoğu bu can alıcı meselelere odaklanmaktansa içi boş, hamaset dolu cümlelerin ötesine geçmeyecek ya da 1-2 kısa cümleden oluşan ve temel meselelere gönderme yapan sorular olacaktı. Bahsettiğim bu kısa soruların şöyle bir dezavantajı var gibi gözüküyor: Sahnedeki kişi o kısa soruyu istediği gibi çerçeveleyip başka konulardan bahsedebiliyor ya da tatmin edici olmayan basit cevaplar veriyor. Nitekim düşündüğüm gerçekleşti.

Söyleşinin ilk bir saati milliyetçi öğrencilerin Türklük, Atatürk övgüleri yaparak Kılıçdaroğlu’nun bu kavramlarla uyuşmayan söylemlerini vurgulamakla geçmişti. “Ben de ülkücüyüm” açıklaması yetmemişti anlaşılan. Tabii birkaç tane de kısa ama temel sorular vardı. Bu sırada her soru arasında kendi sorumu yöneltmek için kolumu kaldırıyordum, söz alıncaya dek dinledim diyalogları. Moderatörün son soruları alıyorum uyarısından sonra ve söyleşide daha önce bu pratiğin yapıldığını görerek “Pardon! Buradayım, söyleşi başından beri el kaldırıyorum’’ diyerek seslendim ve moderatörün ilgisini çektim. O da ‘’Eh, peki tamam. Buyurun’’ dedi.

Sorum şuydu: “42 işçinin öldüğü Amasra Katliamı sonrası CHP’den gelen ilk tepki silsilesi dua emojileriyle desteklenen bir “geçmiş olsun seremonisi”idi. Üstüne bir de tabii “maden şehidi” lafı geldi. Bu meselenin AKP’nin kurduğu emek rejimi ve neoliberal sistem yüzünden olduğunu düşününce, söyleyecek başka söz mü kalmadı? Ek olarak, attığınız adımların iktidarın çizdiği siyaset sınırları dışına çıkamaması, tepkilerin cılızlığını ve dönüştürücü önerilerin yokluğunu açıklıyor. HDP ile görüşemeyen, Kürt sorununa dair hiçbir yapıcı çözümü olmayan, ancak ‘bu iş mecliste çözülür’ gibi geçmiş barış sürecini kriminalize etmekten öteye gitmeyen bir CHP görüyoruz. Bu esnada AKP heyeti HDP’ye gidip siyasi görüşmelerde bulunuyor, Devlet Bahçeli ise meşruiyet zemini kuruyor. CHP’nin ortağı İYİ Parti ise faşist davasına bağlılığını her fırsatta kanıtlıyor. Partiniz anketlerde Türkiye Kürdistan’ında oylarını artırırken İYİ Parti’nin saldırgan tavrı size de zarar veriyor gibi duruyor. Bunun önüne nasıl geçeceksiniz?’’

Görünen o ki Kılıçdaroğlu sorumu pek anlayamadı. Cevap vermeye HDP’nin meşru bir parti olduğunu söyleyerek başladı ve istisnasız bütün partilerle görüştüklerini dile getirdi. HDP ile de görüştüklerini ifade ettikten sonra söze atlayıp “Görüşmüyorsunuz” dedim. Ne zaman gerçekleştiğini söylemediği iki farklı görüşmelerinden bahsetti ve birinde basın toplantısı yapılmadığını ifade etti. Sonrasında HDP ve İYİP arasında zaman zaman tartışmalar olduğunu ve normal karşıladığını belirtti. “İşçilere gelince” diye başlayarak sorumla pek de alakalı olmayan kayıt dışı ekonomi ve kayıt dışı istihdamdan bahsederek bunların Türkiye’nin temel sorunlarından biri olduğunu söyledi. Ardından işsizlik ve tarım sorunlarına değindi. Cevabını tamamlarken “Bilmiyorum, yeterli oldu mu?” diye sorduğunda “Kürt sorununa dair hiçbir şey söylemediniz, yapıcı çözüm öneriniz yok” dedim. İkinci Yüzyıl Beyannamelerine referansla toplumsal barışı sağlayacaklarını, Kürt sorununu demokrasi ve insan hakları çerçevesinde çözeceklerini, çözüm yerinin meclis olduğunu belirtti. İkinci madde olarak terör ve yeraltı çeteleriyle mücadele edeceklerini de ekledi. Kürt sorununa yaklaşımında, ‘demokrasi’den sonra aklına terör sorunu gelen bir partinin hangi ideolojinin perspektifini yansıttığı aşikar.

Bu cevaplardan tatmin olmam zaten mümkün değildi, beklentim de memnun olmak değildi. Bu konuların doğru şekilde ele alınması gerektiğini zorlamaya çalışıyordum aslında sorumda da. Fakat belli ki karşı tarafa bu geçmedi. Benden sonra bir arkadaşım Rant Yolu Projesine, Ankara Büyükşehir Belediye (ABB) binasının önünde yaşanan şiddet ve gözaltı olaylarına, CHP’nin çelişkili tutumlarına da değinerek, detaylıca sordu. Aldığımız cevaptan izlenimim şu: Kılıçdaroğlu bu projeyle pek ilgilenmemiş, muhtemelen sadece birkaç kez kulağına gitmiş. İlgisizliğinden ötürü bizimle paylaştığı bilgiler yanlıştı. Bir arkadaşım da bu yanlışları düzeltmek için söze girdi ve doğru bir noktaya çekmeyi başardı. Hemen ardından salonun yukarısında ABB önünde yaşanan şiddet olaylarına dair bir itiraz geldi fakat sanıyorum ki Kılıçdaroğlu duyamadı. Bunu dile getirmek için ayağa kalkıp “Kemal Bey, sizin belediye başkanınız güvenliklerini öğrencilerin üstüne salıp şiddet göstermesine göz yumdu. Polislerle beraber güvenlikler de bu şiddete ortak oldu. Ne bir parti yöneticinizden ne sizden ne de belediye başkanından buna dair bir şey duymadık” dedim ve aldığım cevap şu oldu: “Polis şiddetine her yerde karşıyız” Etkinlik kısaca böyleydi.

Akşamında sosyal medyada bana dair yapılmış yakıştırmaları gördüm: İlgi çekmek için sürekli lafa atlayan, şovmen, terbiyesiz ve saygısız… Bu yakıştırmaları yapmalarının sebebini siyaset kavrayışlarıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Siyasetin içinde bir baskı unsurunun olduğunu sanıyorum ki anlamıyorlar. Önemli mevkilerde bulunan insanlara karşı biat etmemiz, sorduğumuz soru karşılığında yanıt olarak ne alırsak alalım memnun olmamız gerektiği öğretilmiş gibi. Oysa siyasetin böyle bir şey olmadığı açık. Ülkeyi yönetmeye aday birinin bu ülkenin dertlerine gerçekçi çözümlerinin olmasını istemek, eğer yoksa da olması için uğraşmak, itiraz geliştirmek gibi pratikler toplumsal muhalefetin bir öznesi olarak bize düşerken, apolitizm dalgasından nasibini almış öğrencilerin bu siyasi ödevi yerine getiren birine düşünmeden saldırmalarına üzülüyorum. Ben gerçek problemlerden bahsederken bana verilen cevap vasat ve gerçekleri yansıtmıyorsa orada saygısızlığa uğrayan kişi benim, bu çok açık.

Buluşmanın akşamında aynı üniversitede okuduğum arkadaşlarımın soruları karşısında hayal kırıklığına uğramışken tweet atıp kendi sorumun videosunu ekledim. Sorumun içinde “Türkiye Kürdistanı” ifadesinin geçmesi, attığım tweet’te geçen “Öğrencilerin Türklük ve Atatürk kılıfına giydirilmiş milliyetçi hamasi cümlelerini bolca dinledik” ifadesi ve Kılıçdaroğlu’na sorumu sorup çekilmemem Bilkent’teki birçok kişiyi rahatsız etmiş olacak ki Twitter üzerinden bana nefret kustular. Söylediklerimin içeriğine dair bir tartışma asla dönmedi. Sırf görüşlerimden dolayı her gün sınıflarda, kütüphanede, yemekhanede rastlaştığım, bazıları arkadaşım olan öğrenciler bu linç dalgasına katıldı. “Türklük ve Atatürk düşmanı” olduğumu düşünenler Sabiha Gökçen’in fotoğraflarını paylaşıp “Selam olsun!” ve eline sağlık minvalinde tweetler paylaştılar Dersim Katliamına referansla. Desteklediğim siyasi partinin beni fonladığını düşünenler, benim “Türk-Kürt ayrımı” yaptığımı düşünenler, artık bu ülkede yaşamamam gerektiğini söyleyenler de vardı. Bir de tabii siyaset yaptığımdan dolayı rahatsız olanlar vardı, Kılıçdaroğlu’nun sözüne girip sorumu düzelttiğimden ya da çarptırdığı gerçekleri düzeltmeye çalıştığımdan dolayı. Bana Atatürk’ü antitez olarak gösterenler, sanıyorum ki Atatürk’ün saltanatla ve monarşiyle nasıl mücadele ettiğini bu düşünce sistemiyle açıklayamacaklardır. Umarım Mustafa Kemal’in siyasetini kurgularken “saygılı” olmayı ön planda tuttuğunu düşünmüyorlardır. İşin ilginç yanı, tam kütüphaneden çıkarken beni Twitter’dan canhıraş linçleyen birini gördüm ve yanına gittim. Bilkent’teki politik tek hedefimin buradaki öğrenci arkadaşlarımla beraber, siyaseti boğan kültürel tartışmalardan çıkıp, politikleşmek olduğunu söyledim. Onun, beni linçlerken beni yanlış anladığını gramer kuralları ve kelime anlamları üstünden anlatmaya çalıştım. Sonrasında bir de ‘hamaset’in anlamını bilmediğini söyleyince... Üniversiteye gelene kadar hayatında “Kürt” kelimesini duymadığını söyledi. Şaşkın bir şekilde “Ne yani, sen şimdi Türk değil misin? Atatürk’ü sevmiyor musun?” gibi sorular sordu. Enteresan bir yabancıyla karşılaşma anıydı. Oysaki daha geçen sene birbirimizi gördüğümüzde selamlaşır, küçük sohbetler de ederdik kendisiyle. Kürt olduğumu öğrenmesi travmatik bir andı sanırım kendisi için. Artık selamlaşmıyoruz, üzgünüm. Zamanında arkadaşlık yaptığım, Bilkent’te benzer hayatlar yaşayıp selamlaştığım insanların kolektif bir şekilde Twitter üzerinden bana saldırmaları epey tehlikeli geliyor.

Aynı hafızayı paylaşmamışız, ahlaki standartlarımız bambaşkaymış gibi. Bunları yaşadıkça fikirlerimle beraber insanların yanında kendim olabilmenin zorluğunu hissettim. Hayatlarının bu noktasına kadar onların organik bir şekilde politize eden bir zorlukla karşılaşmamış olmanın verdiği ayrıcalık, kolektif linç anlarında da su yüzüne çıktı. Peki, Bilkent’te bile bu kadar ses çıkaran bu sorum ve linçlenmeme de sebep olan Kürt sorununu benim algılayış biçimim nasıl? Belirtmeliyim ki, bu devletin Kürtlere uyguladığı asimilasyon politikalarından epeyce nasibini almış biriydim lise yıllarımın ortalarına kadar. İnsanlar memleketimi sorduğunda yalan söyler, babam yanımda Kürtçe konuştuğunda uzaklaşmaya meylederdim. Şehirde yaşamış birçok Kürt çocuğu gibi kendi anadilimi öğrenmekten mahrum bırakıldım, öğrenmenin gerekliliğini ise çok sonra keşfettim. Şimdi ise bu sorunu elimden geldiğince kavramaya çalışıyorum. Güncel siyasete baktığımda, HDP’yi desteklemenin yine “Bilkent’te bile” bir meşruiyet krizi çıkardığını göz önünde bulundurursak, tarihi acılarla, hafızası yaralarla dolu bu milletin demokratik siyasi hareketine bakış hep güvensizlik üstünden yürüyor diyebilirim. “Acaba HDP, AKP ile ittifaka mı yanaşacak?” diye endişelenenler, HDP’nin kriminalize oluşunu tersine çevirmek için kılını kıpırdatmıyor. Zamanında başlanmış olan çözüm sürecinde toplumsal barışı sağlamak için kendilerine düşen görevin farkında olmayıp köstek olurken, üstünden kaç sene geçmiş olmasına rağmen bu negatif duruşlarından taviz vermiyorlar. Bu konuda sorular sorulduğundaysa Mecliste insan hakları ve demokrasi perspektifiyle çözeceklerini ifade ediyorlar birçok gerçeği görmezden gelerek.

"BARIŞ İÇİN DAHA NE KADAR ACI ÇEKECEK BU HALKLAR"

Türkiye’nin batısının, doğuda yaşanan gerçeklerden çok kopuk olduğunu, ana akım medyada gerçeklerin asla yansıtılmadığını özellikle 2015 Haziran-Kasım arasında keşfettiğimden, bu yaklaşım biçiminin ancak batıdan çıkabileceğini görüyorum. Kürt sorununun büyük bir kısmını oluşturan “tanınma” meselesini anayasada yapabilecekleri birkaç değişiklikle çözebileceğini iddia eden, bölgenin toplumsal gerçekliğini tamamen görmezden gelen bu yaklaşım, problemi sadece “ekonomik olarak az gelişmişlik” ile açıklamaya meyilli. Çözümü kavrayışı ancak buzdağının görünen ucundan ibaret olan ana muhalefet yaklaşımının umut vermesi, tabii, imkansız hale geliyor. Barışın toplumsallaşması ve kalıcılaşması için palyatif çözümler üretenler, gerçekliği ıskalamakta ısrarcı duruyor. Artık realitenin farkına varmak ve barış ihtiyacının giderilmesi için daha ne kadar acı çekecek bu halklar, bilmiyorum.

"EMEK VE ÖZGÜRLÜK İTTİFAKINA DESTEK OLMAK BİR YÜKÜMLÜLÜK"

Bir de tüm bu siyasete alternatif olan bir ittifak var: Emek ve Özgürlük ittifakı, görmezsek haksızlık etmiş oluruz. 25 yıldır adım adım döşenmiş emek rejiminin çözülümü için umut olan, Türkiye’deki proleterleşmeyi ve sermayenin artık nüfus ihtiyacını Kürt sorununu derinleştirilmesiyle sağlandığını anlayıp demokrasiye adım atan bu ittifak, Türkiye halklarıyla iç içe bir şekilde sorunları keşfedip çözüm önerileri oluşturmaya çalışıyor. Olağanüstü bir baskıya maruz kalıp ayakta durmayı başaran Emek ve Özgürlük ittifakına destek olmanın ahlaki bir yükümlülük olduğunu düşünüyorum, hele ki ortada üyelerine varıncaya dek hapishanelerde rehin tutulan binlerce destekçisi varken. Yaşadığımız bunca ciddi problemlere rağmen, toplumun bir bölümünün kafasını bambaşka yerlere çevirip yapay sorunlarla ilgilenmesi, yaşanan apolitizmin bir göstergesi. Yıllarca Kürt sorunu üstünden çarpık tarih anlatılarıyla ve tehdit duygusuyla endoktrine olmuş kitlelerin destekledikleri partileri iyiye yöneltme imkanı zayıfken, siyasi parti ile destekçileri arasında karşılıklı iyiye dönüşümden de söz edemiyoruz.

"ANLATTIĞIM GENÇLERDEN UMUDU OLANLARI HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRATACAK"

Bu kitlenin bir izdüşümünü de Bilkent’te gözlemliyoruz. Anlattığım, belki de gençlerden umudu olanları hayal kırıklığına uğratacak. Başkasından umutlu oluş hali, umuyorum ki kişinin kendisinin eylemsiz kalmasıyla vuku bulmuyordur. Durum böyleyse, geleceğimiz vahim.

ismail USTAismail USTA

Mersin Vatan Haber Müdürü