Bazı duygular vardır ki kelimeler kifayetsiz kalır, gözler anlatamaz, eller dokunamaz. Aşk da işte böyle bir sırdır. İnsan yaşayana kadar ne olduğunu bilmez, hatta bildiğini sanır ama yanılır. Ta ki bir gün yüreğine ince ince işlenene kadar… İşte o zaman aşk, insanı yeniden şekillendirir, arındırır, inceltir ve zarafetle yoğurur.

Ben aşkı bilmez idim. Kitaplarda okudum, şairlerin dizelerinde dinledim, filmlerde izledim ama hiçbir zaman kalbimin içinde yankılanan bir melodisi olmadı. Ta ki bir gün, ansızın gelip yüreğime konana dek… O an anladım ki aşk sadece bir his değil, bir terbiye idi. O, en hoyrat yanlarımı törpüledi, en keskin sözlerimi yumuşattı. Kimi zaman gözyaşıyla sınadı, kimi zaman tebessümle ödüllendirdi. Aşk beni arif etti, bildiğimi sandığım her şeyi yeniden öğretti.

Eskiden güçlü olmak için sert olmak gerektiğine inanırdım. Oysa aşk bana zarafetin de bir güç olduğunu gösterdi. Meğer incelik, en derin kuvvetmiş. Birine dokunurken, konuşurken, severken bile özen göstermek, içten bir kelimenin dünyaları değiştirebileceğini bilmekmiş asıl mesele. Ve aşk, bunu bana sabırla, usulca öğretti.

Kimi zaman kavurucu bir rüzgar gibi esti, kimi zaman serin bir meltem oldu. Ama hep vardı, hep içimdeydi. Beni ben yapan her şeyin içinde, her duygunun özünde o vardı. Çünkü aşk yalnızca sevmek değil, sevilmenin sorumluluğunu da taşımaktı. Her kelimeyi özenle seçmek, her davranışı bir nezaketle süslemekti.

Ben aşkı bilmez idim, aşk beni tarif etti. Kelimelerden, cümlelerden çok daha derin bir anlam yükledi ruhuma. Belki de aşk, insanın aynasıydı. İçindeki en güzel yanları ortaya çıkaran, kendini keşfetmeni sağlayan bir yoldu. Bu yüzden aşkı bulmak değil, onunla yoğrulmak önemliydi.

Kim bilir, belki de en büyük aşk insanın kendisini bulma yolculuğuydu. Çünkü bir kalp, önce kendini sevmeyi öğrenmeden gerçek aşkı yaşayamazdı…